


Bu yazı 21 Ekim 2008'de yazılmıştır...
Kabus gibi, ev aradığım ilk iki haftanın sonunda...
Ne dediğini muhtemelen Yunanca konuştuğu için değil de aynen bizdeki gibi megafonla avazı çıktığı kadar bağırdığı için anlamadığım zerzevatçının sesi ile uyandığımda havada Bodrum kokusu var...Yani benim sadece Bodrum’da algıladığım bir koku...Begonvil, defne, zeytin, deniz ve de biraz aşk kokusu karışımı...Griye boyanmış, iki kapaklı tahta panjurlardan içeri azıcık güneş damlıyor ama hava nasıl bilmiyorum...Yere kadar uzanan yüksek balkon camını, daha sonra da panjurları itekleyerek gacur-gıcır açtığımda sonbaharda nazlı gözükmesine rağmen hala pürüssüz parıldayan Ege güneşi odama doluyor, Atina’dayım!
Ama ruh halim hiç de Bodrum’da ya da daha önce bu diyarda olduğum zamanlarda algıladığım gibi değil. Aklımda yüz tane soru işareti, sıkıntı, beklenti, kaygı, tabi ki de başucumdaki kara kapaklı defterimde hiç bitmeyecek olan “yapılacaklar listesi”...Neredeyim sorusu? Yanıt: yalnız başıma ilk defa tuttuğum ve de yaşamaya başladığım evimdeyim işte sonunda...Atina’dayım!...İme stin Athina, bir başka deyişle...İyi halt ettin Damlacık/Damlaki bakalım, erdin mi muradına!? Büyümenin, yetişkin olmanın, kendi karar ve sorumluklarımın yükü altında olmanın ve de hayatımdaki geçiş dönemlerinin her türlü evresini tam yaşamak zorundayım muhtemelen ki bu ruh hali içindeyim...ama olsun havanın Bodrum gibi koktuğu bir şehirdeyim sonuçta değil mi, o kadar da kötü olamaz yani...
Günler, haftalar sonra...
Sınıfın camı bile sanki bir yazlık evin camı gibi geniş ve de sürgülü. Adı Yunanca’da “Cuma” anlamına gelen Yunanca öğretmenim Paraskevi, Ekim ayının ortasında olmamıza rağmen hayli güneşli ve neşeli olan havayı sınıfa almak için camı açtığında gözüm Atina’nın en sevdiğim yerlerinden biri olan en yüksek tepesi Likavittos’a, oradaki zeytin ağaçlarına ve de en tepedeki küçük beyaz şapele takılıyor. Günler hızla ve de yeni hayatımda yeni ama aslında önceden bildiğim başlangıçlar yaparak geçiyor ve de aslında neyse ki her şey yolunda...Atina’dayım ve de alışmaya başladım...
Sokaktaki simitçiye, yoluma çıkan güvercine, pasajın içindeki şipşak fotoğrafçı yaşlı amcaya, söylene söylene pazardan dönen yaşlı teyzeye, kırmızı ışıkta yaya geçidinin üzerinde durup yayaları hiçe sayan şöförlere, sabahları pastane önlerindeki açma-poğaça/kuru kuyruğuna, etrafta dolanan çingenelere, meydanın bir kenarındaki sıra sıra çiçekçilere, geveze ama misafirperver taksi şöförlerine, kebapçılara, baklavacılara, işporta satıcılarına, ZARA’da alışveriş yapan şehirli kadınlara, gecenin bir vakti dürüm/suflaki yemeye, eski eşya ve yaşlı insan kokan apartmanlara, korna sesine, bağrışmalara, çağrışmalara karışan kahkahalara...değil benim alışma derdim...Zaten onlar doğduğum günden beri doğduğum şehrin, insanların ve de kültürün bir parçası, tıpkı burada da olduğu gibi...Benim alışmaya çalıştığım kendim ve de kendi seçtiğim, şimdilik kurmaya çalıştığım buradaki kendi hayatım...
Atina ve kendim ile ilgili yazılacak ve de paylaşılacak çok şey var ama buradaki insanların ve de hayatın dediği gibi “siga siga” yani yavaş yavaş, elimden geldiğince ve de kalemim, fotoğraf makinem el verdiği sürece paylaşacağım bunları. Daha yolun başındayım ve de evde internet bağlantım yok! Sanki bir nakahat dönemindeyim...ama gerisi en yakın zamanda gelecektir. Atina’dayım...özlediklerim çok, beklediklerim çok ama bir yandan da sahip olduklarım çok...